6 Aralık 2023 Çarşamba

Konya Şehir Hastanesi Su Altı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp Ünitesinde İlginç Bir Deneyim

Merhaba sevgili blog dostları, 
Aklım ve kalbim hep buralarda olsa da uzun zamandır yazı ekleyemedim. Ve şimdi farklı bir yazı ile karşınızdayım :) 

Bundan 7 ay önce sol kulağımda enfeksiyona bağlı ani işitme kaybı oluştu. Kulağımda sürekli ziller çalıyor ve içine şiş batar gibi oluyordu. Ayrıca adından da anlaşılacağı gibi o kulaktan duymuyordum. Beyhekim hastanesinde yapılan testler sonucu acil olarak Konya Şehir Hastanesi'ne Hiperbarik Oksijen Tedavisi için gönderildim. Açıkçası o ana kadar hiperbarik terimini duymamıştım bile. 

Şehir hastanesinde yapılan tetkikler sonucu kulağımdaki işitme kaybı için hiperbarik oksijen tedavisine başlamam uygun görüldü ve sıraya adım yazıldı. Böylece maceram başlamış oldu. 

Başıma gelen bu hadise ile araştırıp öğrendim ki geçmeyen yaralar, işitme kaybı, göçük altında kalıp uzuv kesilmesi, ileri düzey kemik erimesi gibi bir çok rahatsızlıkta hiperbarik oksijen tedavisi uygulanıyormuş. Tedavi özetle basınçlı bir odada size oksijen verilmesi demek. Bu da hücre yenilenmesine ve çabuk iyileşmeye vesile oluyormuş. 

Tedavime hemen başlanmayıp adımın sıra listesine yazılması ise bekleyen çok kişi olmasından kaynaklanıyor. İşitme kaybı tedavisinde süre çok mühim olduğu için AİK (ani işitme kaybı) hastalarına öncelik tanıyorlar. Benim tedavimle eş zamanlı olarak Ankara'daki bir akrabama da hiperbarik oksijen tedavisi uygulandı. Kendisiyle süreci konuşurken Konya'da bu tedavinin olmasına çok şaşırdığını belirtti. Eskiden sadece Ankara İstanbul gibi merkezlerde oluyormuş. Ama şimdi şehir hastaneleri sağolsun, pek çok yerde var. 

Şimdi size tedavi bölümünü tanıtayım:


İşte bu kapsülün içinde hiperbarik oksijen tedavisi uygulanıyor. Öncelikle size bir dosya açılıyor ve birim doktorlarından birisi sizin doktorunuz olarak atanıyor. Yapılması gereken (yazılı) anket/soru cevap vb her şeyi doktorunuzla hallediyorsunuz. Sonra hangi seansa gireceğiniz hakkında bilgi veriliyor (sabah, öğleden sonra). Her bir seans iki saat sürüyor. 


Denizaltını andıran kapsülün ışıkları yanınca görünümü böyle. Seans başlama saatinden en az 15 dakika önce orada hazır bulunmanız isteniyor çünkü kapsüle girmeden bir giyinme hazırlanma süreci var:) Mümkünse tok gelin diye de uyarılıyor çünkü seans esnasında basınçtan dolayı mide bulanması olabiliyormuş. 
Seans öncesi size yüzde yüz pamuk kıyafetler veriyorlar. İçeride yüksek oranda oksijen olacağı için üzerinizde takı bulunması, oje, jöle gibi tutuşmayı artırıcı şeyler bulunması kesinlikle yasak. Bir defasında seans başlamasına geç kalıp sonradan gelen bir hanım aceleden kolundaki altın bilekliğini unutmuş. Kapsüldeki görevli bilekliği hemen sargı bezinin içerisine koyup iletme kapsülü ile dışarıya yollamıştı. Böyle bir durum olursa kapsülün(kabinin) kapılarını açmadan, minik iletme kapsülü ile dışarıdan içeriye içeriden dışarıya alışveriş yapmak mümkün. İçeride yüksek oksijenden dolayı parlama ve patlama olabileceği ihtimali ile üzerinizdeki pamuk kıyafetler ve su şişeniz harici hiç bir şey bulundurulmuyor. Hatta bir defasında seansa giren bir teyzenin ayağında polyester(ince) çorap vardı, onu uyarmışlardı bir daha bu çorapla gelme diye. Bir de içeride oksijen maskesini takacağımız zamana kadar kullanmamız için herkese birer kağıt maske veriliyor her seans öncesinde. 


Kapsül içinde böyle yangın söndürücü tüp bulunuyor. 


12+2 adet oturma alanı var. Her bir hasta bunlardan birine oturuyor. Bir de görevli giriyor sizinle beraber. Aynı tedavinin tek kişilik kapsül şeklinde olanları da varmış. Hatta haberlerden duymuşsunuzdur belki, ünlü futbolcu Ronaldo evine hiperbarik oksijen kapsülü kurdurmuş. Futbolcular erken yaşta jübile yaparken, Ronaldo'nun yaşına rağmen devam edebilmesinin nedeni buymuş. Ronaldo'nun onbinlerce dolara evine kurdurduğu tek kişilik kabin tedavisini devlet bizlere kocaman oda şeklinde üstelik ücretsiz veriyor. Ne diyelim, Allah devletimize zeval vermesin. 


Kapsülün her iki tatafında da kapı var. 


Bu kapıların arkasında televizyon ekranı var. Zira seans 2 saat sürüyor ve içerde zaman akıp gitmediği için oyalanmanız maksadıyla video açıyorlar. Siz o videoyu izlerken sıkılmıyor ve zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz. Benim seanslarım esnasında TRT'nin eski komedi dizisi Yedi Numara'yı izletiyorlardı. Her gün, bir önceki günden kaldığımız yeri açıyorlardı ve oradan devam ediyorduk. 


Kapsülün ya da kabinin bir uçtan diğer uca görünümü böyle. Dışarıdan içeriye sokulabilen tek şey dediğim gibi pet şişede su. Onun da seans öncesi kapağını açmanız isteniyor. Zira içeride yüksek basınç oluşacağı için seans öncesinde şişenin kapağını açmaz da içeceğinizde açarsanız yüksek basınçtan dolayı şişe patlıyor. Buna dair video var internette. Oradan bakabilirsiniz. Ayrıca içeri girdiğinizde seans başlamadan önce herkese birer tane (sargı bezinden kesilmiş) bez parça veriliyor. Olaki ihtiyacınız olursa mendil amaçlı kullanmanız için. Zira dışarıdan içeriye mendil de sokmak yasak. 


Bu fotoğrafta oturma alanlarına dikkatli bakarsanız yukarıdan ikişer hortumla bir maske indiğini fark edeceksiniz. 


Maskeler burada daha yakından görünüyor. Her koltuğun yukarısından 2 hortum iniyor ve hortumların ucuna kişinin kullanacağı maske takılıyor. Bu hortumların birinden temiz oksijen girişi sağlanırken diğerinden de soluduğunuz karbondioksit çıkışı sağlanıyor. Yani kirli ve temiz hava birbirine karışmıyor. Maskeler kişiye özel takılıyor ve her kullanımdan sonra dezenfekte edilmeye gidiyor. Kadınlara S erkeklere M beden maske veriliyor. Böylece yüz hatlarınıza ancak uyum sağlıyor. 

Seans başlarken kapılar kapatılıyor, herkes pet şişesinin kapağını açıyor ve içerideki görevli "dalış başlıyor" diyor. O sırada denizaltıyla denizin dibine daldığınızı düşünün, aynı onun gibi kapsülün basıncı yükseliyor. Haliyle sizde de kulak tıkanıklıkları oluyor. Aynı uçağa bindiğimizde yükselirken olduğu gibi. Zaten seansa ilk katıldığınızda daha seans başlamadan görevli basınç yükselirken kulağımızı nasıl eşitleyeceğimizi anlatıyor. Bu kapsüle gripken girmemek gerekiyor çünkü burun yolunuzun açık olması şart kulak eşitlemesi için. Eğer kulak eşitlemesi yapamıyorsanız kulakta çok ciddi sancı hissediliyormuş. Öyle bir durumla karşılaşanların hiç beklemeden görevliye bildirmesi isteniyor. Benim girdiğim dönemde bir kişinin başına böyle bir şey geldi. Bu durumda içerideki görevli öncelikle uyarı düğmesine basıyor ve dışarıdaki görevliye seslenerek seansın durdurulmasını istiyor. Sonra basınç eşitlemesinde problem yaşayan ya da kulağında ağrı oluşan hastaya bir damla damlatılıyor ve bu damla vesilesiyle hastanın ağrısı anında diniyor. Sonra seansa devam ediliyor ve basınç yükselmeye devam ediyor. Eğer hasta yine eşitlemekte sorun yaşarsa tekrar dışarıya sesleniliyor. İçerideki görevli normal konuştuğu zaman dışarıda takip eden görevli her konuşmayı duyuyor. Dışarıdaki ise bir mikrofondan konuşuyor ve ses içeriye o şekilde geliyor. Eğer hasta kulağını hala eşitlemiyor ve çok ciddi sancısı oluyorsa seans durduruluyor, basınç boşaltılıp kapı açılıyor ve o hasta dışarıya alınıyor. Daha sonra kapı kapatılıp seans tekrar başlıyor.

Seans başlayınca dalış tamamlanana kadar dediğim gibi kulak basıncınızı eşitliyorsunuz. Sonra darış bittiğinde oksijen maskelerinizi takmanızı istiyor görevli. Herkes görevlinin yardımıyla maskesini takıyor. Yüzünüze tam oturması kesinlikle çok önemli. Kaçak olmaması gerekiyor. Bu noktada bir sorun yaşıyorsanız muhakkak görevliye bildirmeniz lazım. Daha sonra oksijen solumaya başlıyorsunuz yüksek basınç altında ve bir müddet sonra içerideki mavi ledli lambalar sönüyor. Bu teneffüs vakti geldi demek. O sırada maskenizi çıkarıp su içiyor ve 2 dakika dinleniyorsunuz. Sonrasında mavi ledler tekrar yanıyor ve yeniden maskelerinizi takıp yüksek basınç altında oksijen solumaya devam ediyorsunuz. Bir müddet daha devam ettikten sonra 2 saatin sonuna yaklaşılıyor. Bu arada dalış yapan denizaltının yeniden yükselmeye başladığını düşünün. Yükselme başlarken mavi ledler yine sönüyor ve herkes maskesini çıkarıyor Kabin içi basınç dış ortam basıncı ile eşitleninceye kadar yani dalışın su yüzüne çıkması tamamlanıncaya kadar oturduğunuz yerde bekliyorsunuz ve görevli yerinizden kalkmamanızı istiyor. Çünkü ani kalkışlarda baş dönmesi yaşanabiliyormuş. Basınç eşitlendiği zaman pıs sesi gelince görevli kapıları açıyor ve herkes kabini terkediyor. Böylece seans bitmiş oluyor.

Hiperbarik oksijen tedavisine başladığınızda doktorunuzun uygun gördüğü gün kadar her gün hastaneye gelip gidiyorsunuz. Hiçbir şekilde ara vermemeniz gerekiyor. Yatan hastalardan da tedavi alanlar var. Hatta deprem bölgesinden getirilen hastalar bile olduğunu söylemişti doktorumuz.

Tedavinizin kaç gün süreceğine sizinle ilgilenen doktor karar veriyor ve belirli aralıklarla hastalığınıza göre testler yapılıyor. Bu testlerle iyileşme elde edilip edilmediği saptanıyor. 

Ben AİK yaşayınca haliyle bir şaşkınlık ve bir korku yaşadım. Konya Şehir Hastanesi hiperbarik oksijen tedavisi birimine gittiğim ilk gün muayene odasında Metehan hoca vardı. O kadar güzel ilgilendi ve sorduğum her soruyu öyle güzel cevapladı ki, bu ilgisi ile kaygı yaşayan hastanın gerçekten ferahlamasına vesile oluyor. Tedavinin uygulandığı bölümdeki tüm diğer doktorlar da gerçekten ilgililer. Çalışanlar da aynı şekilde hem ilgili hem güler yüzlüler. Dilerim Allah hiçbirimize ihtiyaç etmesin ama başımıza bir şey gelirse devletimizin bize böyle bir hak tanıdığını ve işini güzel yapan doktorların olduğunu bilmek gerçekten çok rahatlatıcı bir duygu. 

Yazımı görürler mi bilmiyorum ama başta Metehan Hoca olmak üzere hiperbarik oksijen bölümündeki tüm doktorlara ve tüm çalışanlara ilgilerinden dolayı can-ı gönülden teşekkür ediyorum. Hijyen kurallarına üst düzey dikkat edilen bir ortamda tedavi almamızı sağlayan Konya Şehir Hastanesi yetkililerine de teşekkür ediyorum. 

İnsan hastalık başına gelince daha iyi anlıyor ki bu dünyada en önemli şey kesinlikle sağlık. Sağlığımız yerindeyse ne kadar şükretsek gerçekten azdır. Sıhhat, afiyet ve mutluluk içerisinde yeni bir yazıda görüşebilmek ümidiyle. 

Umut hep vâr olsun. 

06 Aralık 2023 / Konya Şehir Hastanesi /15.41

8 Eylül 2023 Cuma

Adam, Şemsiye ve Yağmur



İş çıkışı eve gitmek istememiş, daralan gönlünü bir nebze olsun ferahlatmak maksadı ile biraz yürüyüş yapmayı uygun görmüştü. Mesainin son yarım saatinde başlayan yağmura aldırmadan yürüyecekti. Şemsiyesini de yanına alarak mesai arkadaşlarına iyi akşamlar deyip daireden çıktı. Aslında çocukluğundan beri yağmurda yürümeyi severdi. Ancak son günlerde kendisini fazlasıyla yorgun ve halsiz hissettiği için hastalanmama düşüncesiyle şemsiye ile yürümeye başladı. Yürüyüşü yaparken amaçladığı şey kafasını boşaltmak ve bu vesileyle sıkıntılardan yorgun düşmüş kalbini ferahlatmaktı. Ancak pek çok zaman olduğu gibi o nereye giderse düşünceleri de onunla gittiği için bu amaca pek de ulaşamadı. Aslında sürekli kendine telkin veriyor ve düşünmeyeyim düşünmeyeyim diyordu. Ancak Neşet Ertaş'ın da dediği gibi "Kalpten Kalbe Bir Yol var"dı. Demek ki karşısındaki de sürekli onu düşünüyordu ki o da muhatabını bir türlü aklından çıkaramıyor, ne yapsa ne etse sürekli onu düşünüyordu. Üstelik aradan geçen yıllar yarasının kabuklanmasına ve iyileşmesine yardım etmemişti. Bu zamana kadar herkes zaman her şeyin ilacıdır demişti. Hani o zaman? Madem zaman her şeyin ilacıydı, bunca yıl geçmesine rağmen o hala niçin iyileşemiyordu? Beklemediği anda beklemediği iki insandan aldığı derin darbelerin etkileri adeta peşini bırakmıyordu. Yüzeye çıkmak için çabaladıkça daha çok batıyor gibi hissediyordu kendini. Ânı ânına, günü gününe uymuyordu. Bazen unutur gibi oluyor, kısmen de olsa gününü mutlu geçiriyor, fakat bir başka gün yine en derinlerinde hissediyor ve istemsiz bir hüzüne kapılıyordu. İşte bugün de o hüzünlü günlerinden biriydi. Gece uyku tutmamış, onu düşünmekten gözünü kırpmamıştı. Acaba şimdi neredeydi, ne yapıyordu, yanında kimler vardı?... Her şeyden öte, mutlu muydu?... Acaba o da düşünüyor muydu yoksa tamamen çıkarmış mıydı aklından, kalbinden?... Eğer o aklından ve kalbinden çıkarmışsa, bu tarafın da çıkarması gerekmiyor muydu? İnsanoğlu kalbine mukabil bir kalp arardı ya hayatta hani, arkadaşlıkta da hayat arkadaşlığında da bu böyleydi. Ve o kalbine mukabil kalbi bulduğu zaman hisler karşılıklı ise akıllardan çıkmıyor, tek taraflı ise bir şekilde unutulup gidiyordu. Dünyanın düzeni bu şekilde kurulmamış mıydı? Aradan yıllar yıllar geçmişti. Fakat numarasını halen ezbere biliyordu. Geceleyin uyuyamamanın da verdiği sarhoşlukla daha fazla dayanamadı ve eli telefonun tuşlarına gitti. Ahizeden duyduğu 'Aradığınız numara kullanılmamaktadır' cümlesi bir bomba gibi patladı beyninde. Şok olmuştu. Acaba dedi,o tamamen unuttu mu beni? Gerçekten aklından ve kalbinden silip attı mı? Beni unutmasına yardımcı olmak için mi numarasını değiştirdi yoksa? Bu soruların hiç birinin cevabını bilmiyordu. Kendisine ciddi manada zarar veren bu iki kişiden birini bırakıyor diğerini düşünüyor ve kendisine bu kötülüğü niçin yaptıklarını anlamaya çalışıyordu. Ancak zaman içerisinde o da öğrenecekti ki 'bana bunu niye yaptı' cümlesi cevapsız bir cümleydi. Buna kafa yormak anlamsızdı. Zira insanoğlu her türlü vefasızlığı ve kötülüğü gösterebilecek bir canlıydı. Madem umulmadık anda sırtını dönüp gidecekti, madem her şeye rağmen yapayalnız bırakacaktı o halde niçin zamanında gelmiş ve bazı şeylere inandırmıştı? Madem kendisi bile kendinden emin değildi, keşke hiç karşısına çıkmasaydı... Bu düşünceleri kafasında çevirirken şemsiyenin giderek koluna ağır geldiğini, daha fazla taşıyamayacağını hissetti. Üstelik evi ile iş yeri arasındaki ormana yaklaşmıştı yürüye yürüye. Ormanın nispeten tenha olmasından faydalanıp içinde tuttuğu duyguları bir anda salıverip rahatlamak istiyordu. Açıkçası o anda etrafta kendisini görecek birilerinin olması da umurunda değildi. Kalbi dolmuş, Birecik köprüsünün altından geçen Fırat gibi fokur fokur kaynamaya başlamıştı. Ağırlaşan kolunu yere bırakmasıyla yağmur damlaları başına, gözyaşları yüzüne döküldü. Serbest kalan duygularının etkisiyle bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladı. Cevapsız bir soru olduğunu bildiği halde neden demekten alamadı kendini. Madem hiçbir zaman var olmamış gibi tüm izlerini silip ortadan kaybolacaktın, acaba bunlar yaşandı mı, acaba o gerçek miydi yoksa hiç olmadı mı dedirtecek kadar izlerini kaybettirecektin, madem kendinden ve duygularından emin değildin; o halde keşke hiç karşıma çıkmasaydın diye haykırdı ağlarken. O sırada karşıdan gelmekte olan anne ile ilkokul çağındaki oğlunu fark etmemişti bile. Çocuk onu parmağı ile göstererek 'Anne, hani erkekler ağlamazdı?' deyince kadın  çocuğu apar topar susturmaya çalıştı. Ama kadının bu çabası nafileydi. Çünkü hepsini duymuştu bile... Erkeklerin de kalbi vardı ve incindikleri zaman onlar da ağlardı. Adam, koluna yük olmuş şemsiyesini, tek şemsiyenin altına sığışmaya çalışan anne ve oğluna uzatırken çocuğa gülümsemişti. Adeta bir yükten kurtulmuş gibi hissetti şemsiyeyi verince. Ve ruhundaki diğer yüklerden kurtulmak istercesine ağlayarak yoluna devam etti. Yalnızlığına, duvarlarda sesinin yankılandığı evine doğru yol aldı...

21 Ağustos 2020 / KONYA / 22.41

26 Şubat 2023 Pazar

Yarım Kaldığımız Yerden


Artık Antep'in Kalesi'ne fermanımız asılmayacak AbdUllah, 
Yaz günleri Kurtuluş Caddesi'nde mutlu yürüyüşler yapamayacağız,
Affan Kahvesi'nde süvari içip ardından haytalı yiyemeyeceğiz mesela, 
Rızvaniye'nin minaresini berrak bir su gibi göremeyeceğiz, 
Yaşar Pastanesi'nde Maraş dondurması yiyebiliriz belki, kim bilir? 
Ama Diyarbakır surlarını uzun bir ip gibi göremeyeceğiz, 
Habibi Neccar'da namaz kılamayacak, 
Antakya Protestan Kilisesi'ni gezemeyeceğiz, 
Uzun Çarşı'da tekrar kağıt kebabı yemek de hayal oldu AbdUllah, 
Hatay Meclisi'ni göremeyecek, 
Ulu Cami'de oturamayacağız. 
Ama en kötüsü ne biliyor musun? 
Sevdiklerimize bir daha sarılamayacağız dünya gözüyle... 
Kavuşmalar, buluşmalar, sevinçler öte dünyaya kaldı,
İnsanız, aciziz,
Yüreği yanan bir avuç ölümlüyüz altı üstü, 
Dünya dünya dedikleri şey yüzünden yandı kül oldu gönüllerimiz, 
Düğünler, mezuniyetler, doğum günleri başka baharlara kaldı, 
Hatıra defterleri ve günlükler boynu bükük kaldılar henüz sayfaları dolmadan, 
Biz, 
Biz yarım kaldık be AbdUllah! 
"Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor" evet, 
Ama "Olmasaydı sonumuz böyle" diyemem,
İsyan etmek ne haddimize! 
İmtihandır, baş göz üstüne, 
Lakin bilirsin sen, 
Allah sever bizi, 
İmtihan eder fakat hiç yalnız bırakmaz, 
O(cc) yine ellerimizden tutacak, 
Biz yine O'na ve birbirimize sarılacağız, 
Göreceksin bak, yeniden yeşereceğiz,
Yeniden çiçek açacağız biiznİllah! 
Balkonlarımızda yine mor menekşeler açacak, 
Hüsnü emminin oğlunun düğününde halay çekeceğiz, 
Hatçe teyze bize yine katıklı ekmek yapacak, 
Evet, Ayşe ablanın kızını gelin edemeyeceğiz belki, 
Ama komşu kızını everirken de sevinecek Ayşe abla, buruk da olsa... 
Biz, 
Biz Allah'ın izniyle yeniden yeşereceğiz AbdUllah, 
İnanmaktan ve umut etmekten vazgeçmeyeceğiz, her şeye rağmen... 
Günler sonra enkazdan sapasağlam çıkan Aleyna, 
Hiç bir şey olmamış gibi gülümseyerek çıkan bebiş, 
Ve yeniden gökyüzünü görüp şükreden gözler umut olacak bize. 
Enkazdan sağ çıkan her kedi, her köpek, her canlı güç ekecek yüreklerimize, 
"Acıkmadım ki, bi abla bana aşağıda yemek yedirdi" diyen kız çocuğuyla adrenalin alacağız bedenlerimize, 
Âmâ bir kediyi kurtarmak için korkunç binalara giren adamları, 
Enkazdan bir kişiyi daha sağ çıkarabilmek için ayakları şişen kadınları, 
"Bu bana yeter, onları da başkalarına dağıt" diyen çocukları unutmayacağız. 
Taaaa uzaklardan koşup gelen dost ellerini unutmayacağız. 
Ama "ihanet zincirini tutan"ları da unutmayacağız! 
Biz bu yaşadıklarımızı istesek de unutamayacağız AbdUllah, 
Ezildik, üzüldük, örselendik kabul, 
Ama yeniden çiçek açacağız, 
Güzel günler göreceğiz hep birlikte, 
Göreceksin bak! İnanmaktan sakın vazgeçme! 
Allah bizimledir💚Ve kenetlendi ellerimiz birbirimize💚

26 Şubat 2023 / KONYA / 22.15

7 Ocak 2023 Cumartesi

Kalbin Sözü

Benim şu dünyada en iyi bildiğim şey yazmak. Üzüldüğümde, sevindiğimde, konuştuğumda, konuşamadığımda hep yazmak iyi geliyor bana. Sevdiğimde de sevildiğimde de yazıyorum. Acımı, derdimi, yüreğimin sancısını yazımla paylaşıyorum. Ben anlatıyorum, onlar dinliyorlar. Üstelik yazılarım beni anlıyorlar. Dinlemeyi başarabilen de çok değildir dünyada. Ama hem dinleyip hem de anlayabilen sayısı pek azdır. İşte bu yüzden kıymetlidir anlayanlar. Şimdi ben bardağımda kahve, elimde kalemim, zihnimde sen; yazılarımla konuşuyorum. Senin bu yazıdan haberin yok. Aslına bakarsan senin benden bile haberin yok. Nasıl oldu bu dediğini duyar gibiyim. Hep söylerim, sevgide neden olmaz. Sevmek hiç bir nedene ihtiyaç duymaz. Ama'sı fakat'ı olmaz. Kalbe düşer bir anda. Ve düştüğü an başlar tutuşmaya yürek. Kurudu sandığın kanın yeniden damarlarında gezinmeye başlar. Karnında bir karıncalanma, bir kelebek geçidi olur tıpkı ilk gençlik yıllarındaki gibi. Öldü zannettiğin yüreğin pıt pıt atmaya başlar. O atarken, acıyı taa içinde hissedersin. Yüzyılın hasreti vardır adeta derininde bir yerlerde. İşte o hasretin görünüşüdür hissettiğin bu acı. Söylemek istersin, söylememek istersin, düşüncelerin berrak olsa da zihnin karmakarışıktır. Neden derler sonra sana, neden? Bunu neden göze alıyorsun? Niçin sırtına yük bindirmeye talip oluyorsun? Niçin alıştığın hayatın dışına gönüllüce çıkmaya çalışıyorsun? Neden neden neden? Anlamaz çoğusu. Anlatamazsın. Çünkü sen bir kere onun içindeki yıldızları görmüşsündür. Hayat işkenceye tutturulmuş bir profil gibi yontuyor bizi zaman zaman. İşte bu süreçlerde o yıldızlardan saçtığın ışıkların azalır, üstü tozlanır yıldızların, eskisi gibi apaydınlık olamazsın. Ve sen zannedersin ki içindeki yıldızlar bitti. Onlar gitti ve ışık bitti. Hayır hayır, oysa böyle değildir. O yıldızlar hala senin yüreğindeler. Sadece üstlerine perde indi. İşte ben o perdeyi kaldırmaya, sana içindeki yıldızları hatırlatmaya, gözbebeklerinden kaybolan mutluluk ziyasını yeniden yakmaya talibim. Ben, pişman olmamaya talibim. Hani soruyor ya insanlar neden bu yükü istiyorsun diye, oysa bilmiyorlar ki sevince yükler yük olmaktan çıkar. Ne demiş Hazreti Şems:

"Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca,
Dağı bile taşır insan aşık olup inanınca."

Kurak topraklara can suyu verdiğin için, artık asla atmaz dediğim kalbimi yerinden oynattığın için, bana sormadan dualarıma dahil olduğun için talibim gözündeki mutluluk ziyasını yakmaya. Talibim pişman olmamaya. Vekilim Allah, kefilim Allah. Başka hiç bir şeyim yok...

07 Ocak 2023 / KONYA / 16.23

Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun. 

19 Ağustos 2022 Cuma

VAZGEÇMEK ÖZGÜRLEŞMEKTİR


"Annem neden beni hiç sevmedi?" diye düşünüp duruyordu Rabia. Ömrü boyunca bu soruya cevap aramış, lakin bir türlü cevap bulamamıştı. İşin ilginci annesine de defalarca sormuş, ama ondan da bir yanıt alamamıştı. O kadar ki günün birinde soluğu psikoterapistte aldı. Kadın sordu, neden geldiniz? Tek bir cevap verdi :

"Bana kabullenmeyi öğretebilir misiniz?"... 

Sonraki seanslarda konu hep belliydi. Neden, neden, neden sorularına cevap aranıyordu. Bir gün psikoterapist dedi ki:

"Anneniz sizi o kadar güçlü görmüş ki, kendi hayatının çocukluktan itibaren gelen tüm yükünü size yüklemiş. Bu hayatta herkes kendi yükünü çekmelidir. Bu zamana kadar annenizin yükünü taşımışsınız. Şimdi bu yükü ona sevgiyle iade edin." 

İlerleyen haftalarda durum değişmeye başlamış, eskiye göre kendini rahat hissetmeye başlamıştı. Ama zaman bu ya, insan unutuyordu. Ya da her şeye rağmen kabullenmeyi öğrenemiyordu. "Annem bana neden böyle, neden çocuklarından sadece bana böyle?" sorusuyla kalbini yeyip bitiriyordu Rabia. Bir gün psikoterapist ona müthiş bir cümle kurdu:

"Elinde 50 lirası olandan 100 lira isteyemezsin. Senin annenin sadece 50 lirası var."... 

Yıllar yıllar sonra, bir gün internette bir cümle okudu:

"Sevgili kalbim! Neden hâlâ apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde kuş sesleri beklersin?"*

Yıllar geçmişti ama değişen hiç bir şey olmamıştı. Annesi Rabia'yı görmüyordu. Hastalıklarını yalnız yaşıyor, sorunlarıyla tek başına mücadele ediyor, başarılarını yalnız kutluyor, uğradığı kalp ağrılarını bile tek başına çekiyordu. Annesi vardı. Çok şükür hayattaydı. Ama Rabia'nın başına verecek bir omzu yoktu annesinin. Hiç bir zaman olmamıştı. Oysa Rabia her seferinde ama her seferinde yeni bir umutla annesine koşmuştu. Belki bu sefer olacaktı. Belki bu defa ilgi gösterecekti. Belki bu kez kızının acısını paylaşacaktı. Belki bu kez onu anlayacaktı... Olmadı. Olamadı. Annesinde hayat boyu sadece 50 lira olmuştu. Ve annesi hiç bir zaman o 50 lirayı 100 liraya tamamlamaya çalışmamıştı. Annesi 50 lirasıyla, diğer çocuklarıyla, Rabia'sız hayatıyla mutluydu. Psikoterapiste "bana kabullenmeyi öğretebilir misiniz?" dediği o ilk gün dahi her şeyin farkındaydı Rabia. Bu hali kabullense beklentisizleşeceğini, mutlu olacağını biliyordu. Ama bu halin değişeceğine dair bir umut besliyordu, her şeye rağmen...

Aradan yıllar geçti. Ve Rabia O GÜN anladı "apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde kuş seslerini 'beyhude' beklediğini". İşte o gün, kendine şöyle dedi :

Olmuyorsa olmuyordur, 
Sevmiyorsa sevmiyordur, 
Vazgeç Rabia, 
Çünkü, 
Çünkü VAZGEÇMEK ÖZGÜRLEŞMEKTİR! 

19 Ağustos 2022 / KONYA / 23.51

*İnternetten alıntı cümle
**Fotoğraf alıntıdır. 

27 Temmuz 2022 Çarşamba

RÜZGARLI SAYFALAR


"İnsan yanlış kişileri sevdikçe kurak tarlalara dönüyor" dedi adam. Arkadaşlıkta, dostlukta, aşkta... Seçimlerin hep hatalıysa giderek kuruyorsun. Bazense seçmediğin gelip seni buluyor. Hatan bunu kabullenmek, ilk dakikadan yol vermemek oluyor. Hal böyle olunca hem anatomik olarak hem duygusal olarak kuruyorsun. Artık öyle bir zaman geliyor ki, kalbin hiç bir şeye/hiç kimseye çarpmıyor. Her şey boş, her şey anlamsız, her şey kuru geliyor, kupkuru... Ömrün kuruyor yavaş yavaş. Yeşertecek bir katalizör çıkıp gelse diye bekliyorsun. Bir süre sonra onu da beklemiyorsun. O istek dahi kuruyor. Ahhh bilmem ki var mıdır bir çaresi? Bilmem ki var mıdır yeşillenmenin bir yolu? Yeniden kelebekler uçuşur mu insanın kalbinde? Yeniden yağmur yağar mı çorak gönül tarlalarına? Yeniden yasemin çiçeğinin o mis rayihası dolar mı kurumuş burunlara? "Sen istersen yanalım o zaman"* dedirtebilecek biri çıkar mı kuru kalplerin karşısına? 

Adam iki eli ceplerinde, tüm bu düşüncelerle yavaş adımlarla yürüyordu rüzgarlı havada. Etrafı görmüyordu. Sesleri duymuyordu. Dünyadan kopmuş gibiydi adeta. Saçlarını savuran rüzgarda hayat kitabının sayfalarını bir bir çeviriyordu. Yüreğinin niçin bu denli kuraklaştığını düşünüyordu. O an, tam adamın yüreğindeki yağmur hasretiyle cebelleştiği o an, gökler bangır bangır bağırarak çakmaya ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Adam, suratına inen yağmur damlalarıyla derin bir şaşkınlık yaşadı. Sonra suratındaki yağmur damlaları, gözlerinden dökülen durduramadığı yaşlarla karıştı. Adam yağmura sarılmak istercesine kollarını açıyor ve sarsıla sarsıla ağlıyordu. Kendine engel olamadan ve dahi engel olmak istemeden... İçinde bi umut kırıntısı yeşerdi o yağmurla. Yılların suskunluğu gözlerinden akıp gidiyordu adeta. Kim bilir, belki tıpkı bu yağmur gibi, kurak yüreğine de bir yağmur yağardı. Kim bilir, belki....

27 Temmuz 2022 / KONYA / 23.29

*İçimdeki Duman'dan bir cümle
**Fotoğraf alıntıdır. 

22 Mayıs 2022 Pazar

"Yalnızlık Ömür Boyu" mu?


Merhaba sevgili blog dostları,
Geçen gün ablam Instagram'dan bana bu paylaşımı gönderip, altına "bu zor bir şey mi?" diye yazmış. Konunun uzmanı olduğumu bildiği için soruyu doğru kişiye sordu😉 Bu güzel ve önemli bir konu bence. Sadece yazışmalarımızda kalmasın ve sizlerle de paylaşayım istedim. 

{Ola ki resmi göremeyenler olursa üzerinde şöyle yazıyor:

"Bir restoranda oturup tek başına yemek yeme veya bir sinema salonunda tek başına oturma gücüne sahipsen hayatta istediğin her şeyi başarırsın."
İşte ablam bana bu cümleyi gönderip bu zor bir şey mi diye sordu}. 

Bizler birlikte yaşama kültüründe yaratılan varlıklar olduğumuz için genelde her güzelliği yanımızda bir başka insan ile yaşıyoruz. Evliler hanımları/beyleri ile, bekarlar anne babaları/ kardeşleri ya da arkadaşları ile gibi... Yanında güzellikleri paylaşacağın birisi olması hissiyatı yaratılışın bir gereği, tamam. Ama bunun ötesinde bir de mevzunun toplum dayatmasına dönüşmesi konusu var. Şöyle ki, hayat hepimiz için aşamalardan oluşuyor. Yapa yapa, göre göre, yaşaya yaşaya öğreniyoruz. Ve yolun başlarındayken herhangi bir etkinlik yapacağımızda mutlaka yanımızda birisi olmak zorunda gibi hissediyoruz. Zira yalnız insan toplumun gözünde acınan(!) insan oluyor. Burada etkinlikten kastım zorunlu mecburiyetler için yalnız kalanların yaptıkları değil. Yani işiniz gereği bir şehre gitmişsinizdir ya da yeni bir yere atanmışsınızdır. Orada öğle tatilinde yemeğe çıkmanız gerekir ve teksinizdir mesela. Bu değil söylediğim. Ki bunu bile tek başına yapamayan pek çok insan var orası da ayrı konu. Benim bahsettiğim; hobi olsun, etkinlik olsun, içimden geldi, öyle istiyorum diye yapılan şeylerin tek başına yapılması ya da yapılamaması. İnsan yemek yemeye ilk defa tek başına gittiğinde, sanki herkes ona acıyarak bakıyormuş gibi düşünülüyor. Belki gerçekten böyle bakanlar da oluyor. Halbuki ne alakası var acımak duygusunun burada? Evet gerçekten ama gerçekten o şekilde değerlendirenler, o şekilde bakanlar, hatta çekinmeden bunu suratınıza söyleyenler bile oluyor. Onlar size 'yalnızsın' diyerek acıyor ve acıyarak bakıyorlar. Siz ise 'Hayatta birçok şeyin farkına varmadan bu yaşına gelmiş' diye, onların size duyduğundan daha derin bir acıma hissediyorsunuz onlara karşı. Bu tarz toplumsal baskılardan dolayı olsa gerek, herhangi bir şeyi tek başınıza ilk yapmaya başladığınızda _ve bunu yapan kişi özellikle belli bir yaşın üzerinde olmasına rağmen hala bekar ise_ gerçekten kendisini bir tuhaf hissediyor ve zorlanıyor. Herkes ona bakıyor, herkes ona acıyor gibi düşünceler hücum ediyor belki zihnine. Fakat yukarıda da dedim ya, yaşayarak öğreniyoruz. Bugün endişe duyduğunuz bir şeye 3 yıl 5 yıl sonra dönüp baktığınızda, bunun için üzülmeme endişelenmeme ne gerek varmış diyorsunuz. Yalnızlığın acınılacak bir şey olmadığını belki sonradan anlıyorsunuz; kendinizi buldukça, durumun hiç de dışarıdan zannedildiği gibi olmadığını deneyimledikçe, ve yalnız yaşayıp kendinizle en iyi arkadaş olmayı öğrendikçe... 

Acıyarak bakanların fark etmediği bir şey var. Yalnız insan her şeyi ya da birçok şeyi tek başına yapmak zorunda olduğu için, çok daha güçlü insan oluyor. Allah'ın izni ve yardımıyla sıkıntıların üstesinden tek başına nasıl geleceğini, başına ilk kez gelen bir olayı nasıl halledip o olayın içinden nasıl çıkacağını öğreniyor. Her işi başkası tarafından yapılanlar için akla gelmeyecek derecede kolay sanılan şeylerin bile aslında kolay olmadığını görüyor ve her şeyi kendisi düşünüp ayarlamak zorunda kaldığı için belki başlarda bir yorgunluk çöküyor omuzlarına ve yüreğine. Ama zamanla, kimseye minnet etmeden tek başına güçlü bir şekilde ayakta kalmanın nasıl bir haz olduğunun farkına varıyor. Gençlik yıllarının en başlarında bir sinemaya gideceğinde bile yanına illa bir eş ararken ve bulamadığı zaman üzülürken, gün gelip bunun ne kadar gereksiz bir üzüntü olduğunu ve aslında tek başına izlediği sinemaların en güzel ve en keyifli sinemalar olduğunu anlıyor. 

Çok yaygın bir söz vardır "Yalnızlık Allah'a mahsustur" diye. Doğrudur. Kesinlikle yalnızlık Allah'a mahsustur. Fakat hayat seçimlerden ve imtihanlardan ibaret. İster seçiminiz ister imtihanınız olarak yalnız iseniz, bununla başa çıkmayı da öğrenmeniz gerekiyor. Ve toplumun size yaptığı gibi oturup kendinize acıyacağınıza, kendinizle iyi arkadaş olmayı öğrenip hayattan tad alma mutluluğunu yakaladığınızda, artık her şeyi tek başınıza yapmak ister duruma geliyorsunuz. Demem o ki, ister isteyerek ister istemediği halde imtihanı olarak yalnız kalmak, çok da insanların zannettiği gibi acınacak bir şey değil. Yazımı hitama erdirirken, sorusu üzerine ablama Instagram'dan verdiğim cevabı da sizlerle paylaşmak isterim:



Cenab-ı Hakk yalnızların yalnızlığını bitirmeyi murad ettiyse, dilerim ki kıymet bilenlerle ve gönül yıkmayanlarla karşılaştırsın :) Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun. 

22 Mayıs 2022 / KONYA / 13.07